Open top menu
16 Ağustos 2014 Cumartesi
Zıtlıkların Kardeşliği


Çoğumuz her günün mutlu ve huzurlu geçmesini ister. Çoğu yaşantısının “güzel” olarak nitelendirdiği bir olay örgüsüyle tamamlanmasını arzular. Öyle ki “kötü” bir durumla karşılaştığında onun geçip tekrar eskisi gibi “iyi” bir durumda olmasını ister. Bazılarımız bunu başaramadığını düşünür, hayatının çok kötü olduğundan bahseder. Peki, hep kötü bir durumla karşı karşıyaysa iyinin ne olduğunu nerden bilebilir?
Sürekli mutlu olduğumuzu düşünelim. Her gün iyi şeyler yaşadığımızı varsayarsak, bir noktadan sonra bu çok rutin ve sıradan bir hayat olacaktır. Ama sadece bir gün bile mutsuz olursak, diğer günler mutlu olduğumuzu anlayıp işte asıl o an “mutlu” olmamız gerekir. Dünyadaki herkesin aynı düzeyde bir güzellikte olduğunu varsayarsak, çirkin olarak algılanan bir insan görmedikçe hiç kimse aslında güzel olduğunun farkına varamayacaktır. Aynı şekilde herkesin dürüst, adil, cömert yaşadığı bir dünyada herhangi biri cimri, yalancı, hilekâr olmadıkça bu iyi kavramların hiçbirinin değeri olmayacaktır. Çünkü tam zıttı olan bir şey olmadıkça o şeyin sıradanlıktan kurtulma şansı yoktur.
Aslında kendimize kötülüklerin olmadığı bir ütopya yaratmaya gerek yok, çünkü bir zamanlar hepimiz öyle bir dünyada yaşıyorduk; çocuktuk. En üzüldüğümüz şey istediğimiz oyuncağın bize alınmamasıydı belki, o an bizim için kötü durum buydu. Babamızın eve gelirken aldığı bir çikolata bizi en mutlu çocuk yapabiliyordu. Her an mutluyduk çünkü mutsuzluk olarak nitelendirdiğimiz şeyler çok ufak ve az sayıdaydı. O zamanlar mutluluğun, sağlığın, iyinin değerini anlayamamamızın en önemli sebeplerinden biri işte tam da budur. Zamanla büyüyen bedenimize paralellik gösteren algılarımız, mutsuzluk kavramının ne kadar daha büyük ve derin olduğunu anladığında, mutluluğun da değeri bir o kadar arttı. Gün geçtikçe bu kavramların daha büyüklerini yaşadığımız için, gittikçe daha keskin algılanabilir oldular. Kim bilir, belki de çocukluğa duyulan özlemin altındaki asıl neden de budur.
Soyut kavramların algılanması her insana göre farklılık yaratabileceğinden dolayı onların zihnimizdeki karşılıklarını karşımızdakine aktarmamız olanaksızdır. Bu nedenle bizim için mutsuz edici bir olay ve ya yaşantı, bir başkası için aslında çok sıradan, hatta mutluluk sayabileceği bir şey olabilir. Birimizin şu anda yaşıyor olduğu en kötü şey işten kovulmasıyken bir diğerimizinki açlıktan ölme olasılığıdır. Ama bütün herkesteki tek ortak yan “yaşadığı en kötü şey” olayına sahip olmaktır. Bir başkasının yaşadığı mutsuzluk size sıradan geldiği için bu nedenle onu suçlayamaya hiç hakkımız yoktur. Peki ya dünyanın en kötü şeyini yaşayan bir insan bile aslında hepimiz için yaşanılabilecek en kötü şeyi yaşamıyorsa? Hepimizin mutlu olduğu sürece mutsuzluğu anlayamayacağını söylemiştim, peki aslında bütün bu yaşadıklarımız da aslında çok iyi şeyler olamaz mı?
Herkesin etrafını gri tonlarında gördüğü bir yaşam düşünelim. Hiçbirimiz kırmızının, mavinin hayalini bile kuramazdık. Sınırlarımızı zorlayacak tek şey siyah ve beyaz olurdu. Gerçek dünyada kırmızı, mavi gibi renkler varsa bile hiç görmediğimiz için bunun hayalini bile kurmak imkansız olurdu. Peki, yaşadıklarımız sadece gri tonlarında bir hayatsa? En kötü ve ya en iyi olarak nitelendirebileceğimiz şey aslında sadece bir olayın tonlarıysa? Dünyanın en mutsuz olayı olarak hayal edebileceğimiz şey sadece bizim hayalini kurabileceğimiz şeylerden ibaret olduğunu, oysa bunun ötesinde hayal bile edemeyeceğimiz şeylerin belki de yaşanılabileceğinden bahsediyorum.

Hastalık olmadan sağlığın, soğuk olmadan sıcağın, çirkin olmadan güzelin, tutsaklık olmadan özgürlüğün, hüzün olmadan mutluluğun, kötü şeyler olmadan iyi şeylerin değerini asla anlayamaz ve kavrayamazdık. Bu yüzden aslında kötü olarak nitelendirdiğimiz şeylere de bir o kadar ihtiyacımız vardır. Zıtlıklar bu yüzden kardeştirler. Biri olmadan diğerinin anlamı olmaz. Kötü şeyler olmasaydı, iyi şeyler anlaşılmazdı. Eğer bir gün çok üzücü bir olay yaşarsanız sevinin, mutluluk sizin için çok daha değerli ve güzel olacaktır.
Read more
13 Ağustos 2014 Çarşamba
BEN KİMİM ?

İçinden hiç çıkamadığımız sorular vardır, cevaplarını hiç kimse veremez. Bazen bu cevapları sizin vermeniz gerekir. Ama öyle bir an gelir ki siz de cevap veremezsiniz. Eğer bunu daha iyi anlamak istiyorsanız kendinize “Ben kimim?” diye sormanız yeterli.
Sorduğum şey adınız ve soyadınız değil. Sizinle aynı adı taşıyan onlarca insan var belki. Yahut sizin adınız daha farklı olabilirdi. Adınız bu sorunun cevabı asla olamaz. Yusuf Atılgan’ın da dediği gibi “Bence insanın adı, onunla en az ilgili olan yanıdır”. Sorduğum şey yaşınız da değil; milyonlarca insan sizinle aynı yaşta. Hayat her yaşta farklı roller sunar insana. Sorduğum şey sizin nerede yaşadığınız da değil; sizinle aynı yerde yaşayan belki binlerce kişi var. Çok farklı bir soru soruyorum; “Siz kimsiniz?”. Kendinizi öyle bir tanımlayın ki sizi diğer insanlardan ayıran şeyin ne olduğunu, sizin kim olduğunuzu anlayabileyim. Sorduğum şey hobileriniz ve ya fobileriniz değil, bunları birçok insan da yapabilir. Mutlaka her birimizi ayıran bir özellik olmalıdır.
Sabah kalkıp aynaya baktığımda karşımda gördüğüm yüz ben miyim? Ya da fotoğraflara baktığımda gördüğüm o kişi… Beni tanımlayan şey görünüşüm de olmamalı, sürekli değişiyorum. Sorduğum soru nasıl göründüğüm de değil. Hangi okulda okuduğum, ne iş yaptığım, nelerden hoşlandığım, hangi Tv programlarını seyrettiğim ve ya hangi kitapları okuduğum, kimlerle arkadaş olduğum ve bu gibi şeyler değil beni ben yapan.
Dünyaya geldik ve şu anki yaşımıza kadar bir hayat sürdük. Sürekli bir şeyler yasadık, bir şeyler hissettik. Peki bunları çok farklı kurgulasaydık, örneğin adınız farklı, aileniz de öyle, yaşadığınız şehir, okuduğunuz okullar, arkadaşlarınız, sevgiliniz, gözlerinizin rengi, yaşınız, yapmakta olduğunuz şey, yaşadıklarınız, yaşam şartlarınız, sizi tanımladığını düşündüğünüz her şeyin değiştiğini düşünürsek, yine biz “biz” olur muyduk? Tabi ki hayır, her şey değişecekti; kendimiz dışında. Değişmeyecek olan o özellik nedir peki? Her zaman kendimizi tanımlayabileceğimiz değişmeyen şey nedir? İşte o şeyi bulduğumuzda kendimizi bulacağız.
Yeni biriyle tanıştığımızda “sen kimsin?” diye sormuşluğumuz vardır hepimizin. Tanıştığımız kişinin anlattığı her şey değiştirilebilir kişisel özelliklerdir sadece. O yüzden ilk etapta kendimiz hakkında ne kadar bilgi versek de tanışmamış oluruz. Tanışmak zamanla karşımızdaki kişinin bizim hareketlerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi, olaylara verdiğimiz tepkiler vs. gözlemleyerek sizin hakkınızda beyninde oluşturduğu bir profildir. Bu profil tanıştığın insanların hepsinde çok farklı olabilir. Ne kadar insan tanıyorsanız o kadar “siz” var etrafınızda. Bu yüzden her ne kadar birini tanıdığımızı düşünsek de onu hiç tanımamız oluruz. O sadece bizim gözlemlediğimiz profilidir. İşin aslı biz kendimizi de tanımıyoruz. Bazen herhangi bir yolla bir arkadaşımızın bizim hakkımızda gözlemledikleri bizi şaşırtmıştır. Bunu yaşamadıysanız gerçekten içlerinden geçenleri söylemeyenler var demektir. Çünkü biz de kendimize bir o kadar yabancıyız aslında. Her an değişim geçiren bir varlık olarak bazen ne hissettiğimizin, ne düşündüğümüzün bile farkında değilizdir. Bütün bunların sebebi “Ben kimim?” sorusuna verilemeyen yanıttan gelmektedir.

Çok eski çağlardan beri bu soruyu soran hiç kimse bu sorunun cevabını tam olarak vermiş değildir. Çok ünlü filozoflar, psikiyatrisler, dahiler ve en zeki insanların bile bu soruya cevap verememiştir. Nesilden nesile bir miras gibi aktarılan “Ben kimim?” sorusu belki de olduğumuzu sandığımız ve ya olmak istediğimizi sandığımız kişide saklıdır. Kim bilir, belki de hiç kimseyizdir.
Read more
7 Ağustos 2014 Perşembe
  Sanat Nedir ?

                                                          
Sanatın ne olduğu çok uzun yıllardır tartışılmaktadır. Öyle ki birçok kişi bir veya birkaç cümleyle sanatı tanımlayabilirken birçok kişi ise sanatın tanımlanamayacağını savunur. Sanat böylelikle çok özel bir kavramdır. Fakat her zaman içimizde olan ve olmaya devam eden bu olgunun kavramını bir kenara koyup üzerinde konuşabiliriz.
Bundan çok eski çağlarda ilk insanların ortaya çıkış zamanlarında bir iletişimsizlik olabileceğini hepimiz tahmin edebiliriz. Ne istediklerini, ne düşündüklerini ve ne yaptıklarını aralarında herhangi bir iletişim aracı olmadığı için aktaramıyorlardı. Çeşitli beden dili hareketleri ve çıkardıkları sesler bunları anlatmak için çok yetersiz kalıyordu. Neyse ki bir gün geldi ve içlerinden biri bunu resmederek anlatmaya başladı. Mağara duvarlarına ve ya bulduğu taştan yüzeylere çeşitli aletlerle bir şeyler çiziyor ve düşüncelerini aktarmaya çalışıyordu. Bunu bir başkasına göstermek için yapabileceği gibi yalnız olduğu durumlarda da o ruh haliyle yapabileceğini düşünürsek sanata dair ilk bulgularımız bu çağlarda başlamıştı. Zamanla semboller, figürler, imgeler girdi işin içine. Bu da o insanların en önemli iletişim kaynaklarından biri haline geldi. Bazı insanlar bunun sanat olmayacağı yargısına varırlar. Peki onlara bir sorum olacak. Konuşma dili ve yazı dili yeterince geliştiği ve artık bu tür bir çizme eylemine ihtiyaçları kalmadığı halde neden hala bu işe devam ettiler?
İnsan bazen duygu ve düşüncelerini, hayal gücünü aktarmak için tek bir yol seçtiğinde başarısız olabiliyor. Bunları anlatmanın hala sayısına ulaşılmamış sonsuz yolu vardır. Bazıları toplumda daha öne çıkmıştır ve hatta meslek haline gelmiştir. Sanat diyince aklımıza resim, müzik, heykel, edebiyat türleri gelir fakat sanat bu kadar dar bir kalıba dökülemez. Örümcek ağlarından ağaç yapraklarına, mandallardan pazar poşetlerine, plastiklerden camlara kadar aklınıza gelebilecek doğadaki her varlık sanat için kullanılan birer malzeme niteliğindedir. İnsan hayal gücünü kullanarak herhangi bir cismi estetik haz verebilecek bir düzeye getirip hepimizi etkileyebilir. Sanatın sınırsız bir kavram olmasının en güzel örneği de böylelikle sınırsız materyali olmasıdır. Bu kadar sınırsızlığın içinde sadece konuşarak ve yazarak iletişim kurmak kendi hayal gücümüze de bir anlamda ihanet etmek gibidir.

Zamanla gelişen mimariler, yazı şekilleri, resim örnekleri sanatın zamanla geliştiğini gösteriyor gibi düşünürüz. Hayır, öyle bir şey mevzu dahi olamaz. Sanat ilerleyen bir olgu değildir. O sadece insanın hayal gücünün sınırsızlığı çok iyi gösterebilir. Zamanla gelişen şey sanat değil, bu uğurda kullanabileceğimiz malzemelerdi. Resim için binlerce ton renk ve boya çeşitlerini üretmemiz, mimari için çok farklı malzemeler üretmemiz sadece olanakları iyileştirdi. Bunun yanında toplumda sanatın kabul görmesi de önemliydi ki bildiğimiz üzere Osmanlı İmparatorluğu’nda resim çizmek bile yasaktı. Bu gibi durumlar ortadan kalkıp sanatın kötünün aksine fevkalade bir olgu olduğu görülünce sanat sınırsız hale geldi ve bugün bile gördüğümüzde bizi hayrete düşüren ve estetik hazzın doruklarına çıkaran binlerce eserle karşı karşıyayız.

Sanatın sınırsızlığı ve ne olduğuna dair az çok bilgi sahibi olduk diye umuyorum. O halde sanatçı kimdir ona bakalım. Sanatçı sanıldığı üzere öyle veya böyle tanınmış kişiler değildir. Toplumda en çok karıştırılan sanat ve zanaat kavramlarıdır. Eğer bir insan yaptığı sanat eserinden para kazanıyorsa o sanat değil zanaat olur. Bu iki kavramın sınırları birbirine öyle bir geçmiştir ki ayırt etmek gerçekten güç olabiliyor. Ama işin özü “ben sanatçıyım” diye ortaya çıkan ve sanata dair hiçbir düşüncesi olmayan kişiler sadece “sanatçı” kavramını kirletmekle kalıyor. Oysa sanatçılar çok özel kişiliklerdir. Aslına bakarsanız hepimiz bir şekilde içimizde sanat barındırırız. Çünkü sanatın en önemli özelliklerinden biri de öznel, biricik, eşi benzeri olmayan bir yapıda olmasıdır. O sadece size özeldir ve bir başkasının çok benzese dahi aynısını asla yapamayacağı bir şeydir. Her bakanda, okuyanda, izleyende ve görende farklı duygular ortaya çıkarabilir. Kesin hükümler içermez. Her zaman dogmalıktan uzaktır ve özeldir. Bu nedenle hayatımızda kim bilir kaç kez bir sanat eseri inşa ettik. Yazdığımız kısa bir deneme bile eşsiz ve benzersiz sanat eseri olmaktadır çünkü o sizin hayal gücünüzdekilerin kelimelere dökülmüş bir halidir. Kimse onun aynısını tıpatıp aynı şekilde ifade etmiş olamaz. O sizin biricik eserinizdir. Çoğu insan içinde barındırmadığı için sanatı gereksiz bir işlev olarak görmekten hiç çekinmeyebilir.  Fakat kimimiz içindekileri en rahatlayıcı bulduğu yöntemle yapmak ister, bu onda hep var olan ve ya içinde barındırabildiği bir istektir. Kimisi eline kalem alır kimisi ise fırça… Konuşma gibi en önemli bir iletişim aracının yanında duygularını bu şekilde aktarmak isteyenler ise, işte biz onlara sanatçı diyoruz. Yani sanatçı ruha sahip herkes aslında sanatçıdır, bunu birinin ona söylemesi ve ya bu konuda ün sahibi olması gerekmez. Çünkü sanat şanla, parayla ilgilenmeyecek kadar yüksek bir mertebededir. 
Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz bir masa, kalem, pencere, televizyon, televizyonumuzun markası, perde, üzerimizdeki kıyafetler vs. her şey birinin hayal gücünden yola çıkılarak yapılan eserlerdir. Yani aslında sanat her yerdedir. Sanat olmadan bu gibi tasarımları yapamazdık, o halde bir düşünelim sanatsız hangi çağda kalacağımızı. Böylelikle sanat her toplumun kalbidir, sanat bir toplumda ne kadar gelişmişse o toplum uygarca o kadar gelişmiştir. Biraz düşünürsek etrafımızdaki her şeyin bir sanat dahilinde olduğunu görür ve sanatın ne denli önemli olduğunun farkına varabiliriz.

İşte sanat kavramı bu yüzden tartışmaya tamamen açıktır. Sanata dair bir kavram da en az onun kadar öznel olup sadece o kişinin nasıl anladığına bağlıdır. Sanat sonsuzluktur.
Read more