Open top menu
26 Ekim 2014 Pazar
RUH VAR MIDIR?



Çoğumuz günlük hayatta sayısız duyguya kapılabiliriz; mutlu olabiliriz, sinirlenebiliriz, aşık olabiliriz, sıkılabiliriz… Bunları genel bir kategoriye koyarsak halk arasında “ruh hali” olarak tanımlıyoruz. Birçok güncel cümlenin içerisinde bunu kullanabiliyoruz örneğin “Ruh halim çok berbat.” gibi. Peki, gerçekten bunlar bizim ‘ruh halimiz’ mi ki bu şekilde tanımlamalar getiriliyor? Bu gibi durumlarda kastedilen “ruh” nedir?
Halk arasında çok yaygın olan sanrılardan biri de bizim duygularımızı asıl ortaya koyan şeyin, bizim ruhumuz olduğudur. Bu bilginin kaynağına bakacak olursak çok eski çağlara gitmemiz gerekir. Önceki çağlarda başlayan ruhun olduğuna dair ilk inançları, öldükten sonra dirileceklerine inanıp mezarlarını oda şeklinde yapan, atlarıyla ve ya değerli eşyalarıyla gömülen uygarlıkları kanıt niteliğinde ortaya sürebiliriz. Din ile bağdaşmış olan bu ruh kavramı, başlarda sadece insanlarda değil, doğanın her yerinde olabileceğini ortaya koyuyordu. Güneş tanrıları, su tanrıları, bereket tanrıları insanların bu fikirlerinin gerçek olduğunu düşünerek ortaya çıkmışlardır. Yanardağın bile bir ruhu olduğunu düşünen bu insanlar çok uzun yıllar içerisinde bunun ruhla bir alakası olmayıp, doğanın bir düzeni olduğunu ve onları tanrı olarak gördükleri nedenlerin arkasında sadece doğal nedenler yattığını gördüklerinde, doğaya ait şeylerin bir ruhu olmadığını anlamışlar ve zamanla kabul etmişlerdir.
Günümüze baktığımızda bizim toplumumuzda insanların ruhu olduğuna dair düşüncesi çok yaygındır. Bunun asıl nedeni yine dinle bağlaşık bir düşünceye dayanabilir. Çoğunlukta yaşadığımız dinlere bakarsak öldükten sonra dirilme, bedenin çürüyüp ruhun aynı kalması, ruhun ödüllendirilmesi ve ya cezalandırılması, tanrıyla kurulan iletişimin sadece ruh aracılığıyla yapılabilmesi gibi durumlar olduğu için inançlı birinin ruhun olduğuna inanması absürt görülecek bir durum olarak görülmemesi gerek. Fakat bu durum, onların düşüncelerini hiçbir şekilde doğrulamaz. İnanç, gerçek olarak kabul edilemez. Eski çağlardaki inanışların yanlışlığını bilim teker teker nasıl ortaya koyduysa günümüzdeki inanışların da yanlış olan kısımlarını çürütebilir. Toplum içerisinde bilim ilerledikçe düşünceler değişti, tanrılar gitti ve ruhlar yok oldu. Ama bizim toplumumuza baktığımızda insanların ruhunun olduğu düşüncesi çok yaygın olarak görülmektedir.
Bilimsel çalışmalar duygularımızın beynimizde yer alan limbik sistemimizdeki  talamus, amygdala ve hippocampus gibi yapılar tarafından denetlendiğini ortaya koymuştur. Yani bilindiğinin aksine bizim ruhumuz üzülmez, sinirlenmez, aşık olmaz, mutlu olmaz, bunların hepsi beynimizde ilgili bölümler tarafından kontrol altına alınıp bu şekilde hissetmemizi sağlar. Bir diğer konu olan psikoloji, ruh bilimi anlamına gelse de ve düzeltilmeye çalışıldığı alanı her ne kadar “ruh sağlığı bozukluğu” olarak tabir etsek de bunlar da sinirsel bozukların yol açtığı sorunlardan başka  bir şey değildir.
İnsanın kendisini özel bir varlık olarak nitelendirmek istemesi de ayrıcalıklı olarak bir ruha sahip olduğunu düşünmesine itebilir. Fakat bizim diğer canlılardan üstün olduğumuz söylenemez. Bizden daha hızlı, daha güçlü, daha dayanıklı ve birçok konuda daha üstün olan milyonlarca canlı yaşamaktadır. Bizim tek üstünlüğümüz beynimizin gelişmiş olmasıyla alakalıdır ki bu durumda üstünlük yarışı söz konusu olamaz. Ruhumuzun olduğuna dair düşüncelerin olmasına yol açan diğer bir etmen de yaşadığımız gezegende diğer varlıklardan daha akıllı olduğumuzdur. Akıllı olmak, duygulara sahip olmak, düşünebilmek gibi etmenler bizi diğerlerinden ayırır fakat bu bizim ruhumuz olduğu anlamına gelmez. Çünkü bütün bunlar beynimizin fonksiyonlarının gelişmişliğiyle alakalıdır.
Çevremizden ve ya sosyal medyadan gördüğümüz üzere ruhla alakalı birçok haber ve olay yaşanmıştır. Fakat ruhların görüldüğü, çağırıldığı, konuştuğunu iddia edenler bunu hiçbir şekilde kanıtlayamamışlardır. Bu gibi olayların arkasında başkalarının kazançları olabileceği gibi sadece bir duyumsal yanılsamadan da ibaret olabilirler. Yahut beynimizin mükemmel olmaması nedeniyle sinirsel bir boşluktan ve ya rahatsızlıktan bu gibi olaylar meydana gelebilir. Bu gibi olayların düşünemeyeceğimiz kadar çok, aklımıza gelemeyecek kadar ilginç açıklamaları da olabilir. Fakat gerçekliği konusunda küçük bir ihtimal dahi veren olay henüz meydana gelmedi.

Zaman içerisinde yüzyıllar boyunca görüldüğü üzere sahte-bilim ve metafiziksel yanlış düşünceler bilimin ışığında birer birer açıklanmış ve bu düşünceler terk edilmiştir. Günümüzde bilimin ortaya koyduğu verilere bakarsak ruh diye bir olgu yoktur. Bilim dışındaki veriler her ne kadar ruhun olduğuna dair ispatlar sunduklarını öne sürseler de bu verilerin günümüze kadar hiçbir kanıtlanmışlığı da yok. Bu nedenle var olduğu sanılan bu kavram birçok insanın bu dünya üzerindeki  yaşamını belirlemesinde etkili olduğu ve hatta bazılarına da maddi-manevi zarar verdiği için hiçbir gerçekliği bulunmayan “ruh” düşüncesinin kesinliği terk edilmelidir.
Read more
16 Ağustos 2014 Cumartesi
Zıtlıkların Kardeşliği


Çoğumuz her günün mutlu ve huzurlu geçmesini ister. Çoğu yaşantısının “güzel” olarak nitelendirdiği bir olay örgüsüyle tamamlanmasını arzular. Öyle ki “kötü” bir durumla karşılaştığında onun geçip tekrar eskisi gibi “iyi” bir durumda olmasını ister. Bazılarımız bunu başaramadığını düşünür, hayatının çok kötü olduğundan bahseder. Peki, hep kötü bir durumla karşı karşıyaysa iyinin ne olduğunu nerden bilebilir?
Sürekli mutlu olduğumuzu düşünelim. Her gün iyi şeyler yaşadığımızı varsayarsak, bir noktadan sonra bu çok rutin ve sıradan bir hayat olacaktır. Ama sadece bir gün bile mutsuz olursak, diğer günler mutlu olduğumuzu anlayıp işte asıl o an “mutlu” olmamız gerekir. Dünyadaki herkesin aynı düzeyde bir güzellikte olduğunu varsayarsak, çirkin olarak algılanan bir insan görmedikçe hiç kimse aslında güzel olduğunun farkına varamayacaktır. Aynı şekilde herkesin dürüst, adil, cömert yaşadığı bir dünyada herhangi biri cimri, yalancı, hilekâr olmadıkça bu iyi kavramların hiçbirinin değeri olmayacaktır. Çünkü tam zıttı olan bir şey olmadıkça o şeyin sıradanlıktan kurtulma şansı yoktur.
Aslında kendimize kötülüklerin olmadığı bir ütopya yaratmaya gerek yok, çünkü bir zamanlar hepimiz öyle bir dünyada yaşıyorduk; çocuktuk. En üzüldüğümüz şey istediğimiz oyuncağın bize alınmamasıydı belki, o an bizim için kötü durum buydu. Babamızın eve gelirken aldığı bir çikolata bizi en mutlu çocuk yapabiliyordu. Her an mutluyduk çünkü mutsuzluk olarak nitelendirdiğimiz şeyler çok ufak ve az sayıdaydı. O zamanlar mutluluğun, sağlığın, iyinin değerini anlayamamamızın en önemli sebeplerinden biri işte tam da budur. Zamanla büyüyen bedenimize paralellik gösteren algılarımız, mutsuzluk kavramının ne kadar daha büyük ve derin olduğunu anladığında, mutluluğun da değeri bir o kadar arttı. Gün geçtikçe bu kavramların daha büyüklerini yaşadığımız için, gittikçe daha keskin algılanabilir oldular. Kim bilir, belki de çocukluğa duyulan özlemin altındaki asıl neden de budur.
Soyut kavramların algılanması her insana göre farklılık yaratabileceğinden dolayı onların zihnimizdeki karşılıklarını karşımızdakine aktarmamız olanaksızdır. Bu nedenle bizim için mutsuz edici bir olay ve ya yaşantı, bir başkası için aslında çok sıradan, hatta mutluluk sayabileceği bir şey olabilir. Birimizin şu anda yaşıyor olduğu en kötü şey işten kovulmasıyken bir diğerimizinki açlıktan ölme olasılığıdır. Ama bütün herkesteki tek ortak yan “yaşadığı en kötü şey” olayına sahip olmaktır. Bir başkasının yaşadığı mutsuzluk size sıradan geldiği için bu nedenle onu suçlayamaya hiç hakkımız yoktur. Peki ya dünyanın en kötü şeyini yaşayan bir insan bile aslında hepimiz için yaşanılabilecek en kötü şeyi yaşamıyorsa? Hepimizin mutlu olduğu sürece mutsuzluğu anlayamayacağını söylemiştim, peki aslında bütün bu yaşadıklarımız da aslında çok iyi şeyler olamaz mı?
Herkesin etrafını gri tonlarında gördüğü bir yaşam düşünelim. Hiçbirimiz kırmızının, mavinin hayalini bile kuramazdık. Sınırlarımızı zorlayacak tek şey siyah ve beyaz olurdu. Gerçek dünyada kırmızı, mavi gibi renkler varsa bile hiç görmediğimiz için bunun hayalini bile kurmak imkansız olurdu. Peki, yaşadıklarımız sadece gri tonlarında bir hayatsa? En kötü ve ya en iyi olarak nitelendirebileceğimiz şey aslında sadece bir olayın tonlarıysa? Dünyanın en mutsuz olayı olarak hayal edebileceğimiz şey sadece bizim hayalini kurabileceğimiz şeylerden ibaret olduğunu, oysa bunun ötesinde hayal bile edemeyeceğimiz şeylerin belki de yaşanılabileceğinden bahsediyorum.

Hastalık olmadan sağlığın, soğuk olmadan sıcağın, çirkin olmadan güzelin, tutsaklık olmadan özgürlüğün, hüzün olmadan mutluluğun, kötü şeyler olmadan iyi şeylerin değerini asla anlayamaz ve kavrayamazdık. Bu yüzden aslında kötü olarak nitelendirdiğimiz şeylere de bir o kadar ihtiyacımız vardır. Zıtlıklar bu yüzden kardeştirler. Biri olmadan diğerinin anlamı olmaz. Kötü şeyler olmasaydı, iyi şeyler anlaşılmazdı. Eğer bir gün çok üzücü bir olay yaşarsanız sevinin, mutluluk sizin için çok daha değerli ve güzel olacaktır.
Read more
13 Ağustos 2014 Çarşamba
BEN KİMİM ?

İçinden hiç çıkamadığımız sorular vardır, cevaplarını hiç kimse veremez. Bazen bu cevapları sizin vermeniz gerekir. Ama öyle bir an gelir ki siz de cevap veremezsiniz. Eğer bunu daha iyi anlamak istiyorsanız kendinize “Ben kimim?” diye sormanız yeterli.
Sorduğum şey adınız ve soyadınız değil. Sizinle aynı adı taşıyan onlarca insan var belki. Yahut sizin adınız daha farklı olabilirdi. Adınız bu sorunun cevabı asla olamaz. Yusuf Atılgan’ın da dediği gibi “Bence insanın adı, onunla en az ilgili olan yanıdır”. Sorduğum şey yaşınız da değil; milyonlarca insan sizinle aynı yaşta. Hayat her yaşta farklı roller sunar insana. Sorduğum şey sizin nerede yaşadığınız da değil; sizinle aynı yerde yaşayan belki binlerce kişi var. Çok farklı bir soru soruyorum; “Siz kimsiniz?”. Kendinizi öyle bir tanımlayın ki sizi diğer insanlardan ayıran şeyin ne olduğunu, sizin kim olduğunuzu anlayabileyim. Sorduğum şey hobileriniz ve ya fobileriniz değil, bunları birçok insan da yapabilir. Mutlaka her birimizi ayıran bir özellik olmalıdır.
Sabah kalkıp aynaya baktığımda karşımda gördüğüm yüz ben miyim? Ya da fotoğraflara baktığımda gördüğüm o kişi… Beni tanımlayan şey görünüşüm de olmamalı, sürekli değişiyorum. Sorduğum soru nasıl göründüğüm de değil. Hangi okulda okuduğum, ne iş yaptığım, nelerden hoşlandığım, hangi Tv programlarını seyrettiğim ve ya hangi kitapları okuduğum, kimlerle arkadaş olduğum ve bu gibi şeyler değil beni ben yapan.
Dünyaya geldik ve şu anki yaşımıza kadar bir hayat sürdük. Sürekli bir şeyler yasadık, bir şeyler hissettik. Peki bunları çok farklı kurgulasaydık, örneğin adınız farklı, aileniz de öyle, yaşadığınız şehir, okuduğunuz okullar, arkadaşlarınız, sevgiliniz, gözlerinizin rengi, yaşınız, yapmakta olduğunuz şey, yaşadıklarınız, yaşam şartlarınız, sizi tanımladığını düşündüğünüz her şeyin değiştiğini düşünürsek, yine biz “biz” olur muyduk? Tabi ki hayır, her şey değişecekti; kendimiz dışında. Değişmeyecek olan o özellik nedir peki? Her zaman kendimizi tanımlayabileceğimiz değişmeyen şey nedir? İşte o şeyi bulduğumuzda kendimizi bulacağız.
Yeni biriyle tanıştığımızda “sen kimsin?” diye sormuşluğumuz vardır hepimizin. Tanıştığımız kişinin anlattığı her şey değiştirilebilir kişisel özelliklerdir sadece. O yüzden ilk etapta kendimiz hakkında ne kadar bilgi versek de tanışmamış oluruz. Tanışmak zamanla karşımızdaki kişinin bizim hareketlerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi, olaylara verdiğimiz tepkiler vs. gözlemleyerek sizin hakkınızda beyninde oluşturduğu bir profildir. Bu profil tanıştığın insanların hepsinde çok farklı olabilir. Ne kadar insan tanıyorsanız o kadar “siz” var etrafınızda. Bu yüzden her ne kadar birini tanıdığımızı düşünsek de onu hiç tanımamız oluruz. O sadece bizim gözlemlediğimiz profilidir. İşin aslı biz kendimizi de tanımıyoruz. Bazen herhangi bir yolla bir arkadaşımızın bizim hakkımızda gözlemledikleri bizi şaşırtmıştır. Bunu yaşamadıysanız gerçekten içlerinden geçenleri söylemeyenler var demektir. Çünkü biz de kendimize bir o kadar yabancıyız aslında. Her an değişim geçiren bir varlık olarak bazen ne hissettiğimizin, ne düşündüğümüzün bile farkında değilizdir. Bütün bunların sebebi “Ben kimim?” sorusuna verilemeyen yanıttan gelmektedir.

Çok eski çağlardan beri bu soruyu soran hiç kimse bu sorunun cevabını tam olarak vermiş değildir. Çok ünlü filozoflar, psikiyatrisler, dahiler ve en zeki insanların bile bu soruya cevap verememiştir. Nesilden nesile bir miras gibi aktarılan “Ben kimim?” sorusu belki de olduğumuzu sandığımız ve ya olmak istediğimizi sandığımız kişide saklıdır. Kim bilir, belki de hiç kimseyizdir.
Read more
7 Ağustos 2014 Perşembe
  Sanat Nedir ?

                                                          
Sanatın ne olduğu çok uzun yıllardır tartışılmaktadır. Öyle ki birçok kişi bir veya birkaç cümleyle sanatı tanımlayabilirken birçok kişi ise sanatın tanımlanamayacağını savunur. Sanat böylelikle çok özel bir kavramdır. Fakat her zaman içimizde olan ve olmaya devam eden bu olgunun kavramını bir kenara koyup üzerinde konuşabiliriz.
Bundan çok eski çağlarda ilk insanların ortaya çıkış zamanlarında bir iletişimsizlik olabileceğini hepimiz tahmin edebiliriz. Ne istediklerini, ne düşündüklerini ve ne yaptıklarını aralarında herhangi bir iletişim aracı olmadığı için aktaramıyorlardı. Çeşitli beden dili hareketleri ve çıkardıkları sesler bunları anlatmak için çok yetersiz kalıyordu. Neyse ki bir gün geldi ve içlerinden biri bunu resmederek anlatmaya başladı. Mağara duvarlarına ve ya bulduğu taştan yüzeylere çeşitli aletlerle bir şeyler çiziyor ve düşüncelerini aktarmaya çalışıyordu. Bunu bir başkasına göstermek için yapabileceği gibi yalnız olduğu durumlarda da o ruh haliyle yapabileceğini düşünürsek sanata dair ilk bulgularımız bu çağlarda başlamıştı. Zamanla semboller, figürler, imgeler girdi işin içine. Bu da o insanların en önemli iletişim kaynaklarından biri haline geldi. Bazı insanlar bunun sanat olmayacağı yargısına varırlar. Peki onlara bir sorum olacak. Konuşma dili ve yazı dili yeterince geliştiği ve artık bu tür bir çizme eylemine ihtiyaçları kalmadığı halde neden hala bu işe devam ettiler?
İnsan bazen duygu ve düşüncelerini, hayal gücünü aktarmak için tek bir yol seçtiğinde başarısız olabiliyor. Bunları anlatmanın hala sayısına ulaşılmamış sonsuz yolu vardır. Bazıları toplumda daha öne çıkmıştır ve hatta meslek haline gelmiştir. Sanat diyince aklımıza resim, müzik, heykel, edebiyat türleri gelir fakat sanat bu kadar dar bir kalıba dökülemez. Örümcek ağlarından ağaç yapraklarına, mandallardan pazar poşetlerine, plastiklerden camlara kadar aklınıza gelebilecek doğadaki her varlık sanat için kullanılan birer malzeme niteliğindedir. İnsan hayal gücünü kullanarak herhangi bir cismi estetik haz verebilecek bir düzeye getirip hepimizi etkileyebilir. Sanatın sınırsız bir kavram olmasının en güzel örneği de böylelikle sınırsız materyali olmasıdır. Bu kadar sınırsızlığın içinde sadece konuşarak ve yazarak iletişim kurmak kendi hayal gücümüze de bir anlamda ihanet etmek gibidir.

Zamanla gelişen mimariler, yazı şekilleri, resim örnekleri sanatın zamanla geliştiğini gösteriyor gibi düşünürüz. Hayır, öyle bir şey mevzu dahi olamaz. Sanat ilerleyen bir olgu değildir. O sadece insanın hayal gücünün sınırsızlığı çok iyi gösterebilir. Zamanla gelişen şey sanat değil, bu uğurda kullanabileceğimiz malzemelerdi. Resim için binlerce ton renk ve boya çeşitlerini üretmemiz, mimari için çok farklı malzemeler üretmemiz sadece olanakları iyileştirdi. Bunun yanında toplumda sanatın kabul görmesi de önemliydi ki bildiğimiz üzere Osmanlı İmparatorluğu’nda resim çizmek bile yasaktı. Bu gibi durumlar ortadan kalkıp sanatın kötünün aksine fevkalade bir olgu olduğu görülünce sanat sınırsız hale geldi ve bugün bile gördüğümüzde bizi hayrete düşüren ve estetik hazzın doruklarına çıkaran binlerce eserle karşı karşıyayız.

Sanatın sınırsızlığı ve ne olduğuna dair az çok bilgi sahibi olduk diye umuyorum. O halde sanatçı kimdir ona bakalım. Sanatçı sanıldığı üzere öyle veya böyle tanınmış kişiler değildir. Toplumda en çok karıştırılan sanat ve zanaat kavramlarıdır. Eğer bir insan yaptığı sanat eserinden para kazanıyorsa o sanat değil zanaat olur. Bu iki kavramın sınırları birbirine öyle bir geçmiştir ki ayırt etmek gerçekten güç olabiliyor. Ama işin özü “ben sanatçıyım” diye ortaya çıkan ve sanata dair hiçbir düşüncesi olmayan kişiler sadece “sanatçı” kavramını kirletmekle kalıyor. Oysa sanatçılar çok özel kişiliklerdir. Aslına bakarsanız hepimiz bir şekilde içimizde sanat barındırırız. Çünkü sanatın en önemli özelliklerinden biri de öznel, biricik, eşi benzeri olmayan bir yapıda olmasıdır. O sadece size özeldir ve bir başkasının çok benzese dahi aynısını asla yapamayacağı bir şeydir. Her bakanda, okuyanda, izleyende ve görende farklı duygular ortaya çıkarabilir. Kesin hükümler içermez. Her zaman dogmalıktan uzaktır ve özeldir. Bu nedenle hayatımızda kim bilir kaç kez bir sanat eseri inşa ettik. Yazdığımız kısa bir deneme bile eşsiz ve benzersiz sanat eseri olmaktadır çünkü o sizin hayal gücünüzdekilerin kelimelere dökülmüş bir halidir. Kimse onun aynısını tıpatıp aynı şekilde ifade etmiş olamaz. O sizin biricik eserinizdir. Çoğu insan içinde barındırmadığı için sanatı gereksiz bir işlev olarak görmekten hiç çekinmeyebilir.  Fakat kimimiz içindekileri en rahatlayıcı bulduğu yöntemle yapmak ister, bu onda hep var olan ve ya içinde barındırabildiği bir istektir. Kimisi eline kalem alır kimisi ise fırça… Konuşma gibi en önemli bir iletişim aracının yanında duygularını bu şekilde aktarmak isteyenler ise, işte biz onlara sanatçı diyoruz. Yani sanatçı ruha sahip herkes aslında sanatçıdır, bunu birinin ona söylemesi ve ya bu konuda ün sahibi olması gerekmez. Çünkü sanat şanla, parayla ilgilenmeyecek kadar yüksek bir mertebededir. 
Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz bir masa, kalem, pencere, televizyon, televizyonumuzun markası, perde, üzerimizdeki kıyafetler vs. her şey birinin hayal gücünden yola çıkılarak yapılan eserlerdir. Yani aslında sanat her yerdedir. Sanat olmadan bu gibi tasarımları yapamazdık, o halde bir düşünelim sanatsız hangi çağda kalacağımızı. Böylelikle sanat her toplumun kalbidir, sanat bir toplumda ne kadar gelişmişse o toplum uygarca o kadar gelişmiştir. Biraz düşünürsek etrafımızdaki her şeyin bir sanat dahilinde olduğunu görür ve sanatın ne denli önemli olduğunun farkına varabiliriz.

İşte sanat kavramı bu yüzden tartışmaya tamamen açıktır. Sanata dair bir kavram da en az onun kadar öznel olup sadece o kişinin nasıl anladığına bağlıdır. Sanat sonsuzluktur.
Read more
24 Temmuz 2014 Perşembe
Hayatımızın amacı nedir?

Birçoğumuzun ara sıra aklına gelen bazılarımızın da üzerine bir hayli kafa yorduğu halde bir türlü cevabını bulamadığımız sorular vardır. İçinden çıkılmaz gibi görünse de bu soruların cevapları bazen çok basit olur bazen de üzerinde düşünülmesi sadece zaman kaybı olmaktan öteye gitmez. Bazıları ise öyle özel sorulardır ki ne kadar insan varsa o kadar cevabı vardır. Örneğin “hayatımızın amacı nedir?” sorusu bunlardan en güzel örnek olanlardan biridir. Hangimiz düşünmedi ki ilerde ne yapacağımızı, nerede olacağımızı, nasıl yaşayacağımızı? Birçoğumuzun cevabını etrafımızdaki insanlar belirledi tabi. Ama bazılarımız ise denemekten kendini alamadı. Peki amacımız nedir bizim?
Bir toplumda yaşamak için en büyük gereç tabi ki paradır. Beslenme, barınma ve giyinme gibi temel ihtiyaçlarımızı ancak parayla karşılayabiliriz. Bunun yanında insani olarak eğlenmeye, sosyalleşmeye, gezmeye ve diğer zaruri isteklerimizi karşılama ya giden tek yol paradır. O halde ilk amacımız para kazanmaktır. Öyle mi? Para kazanan herkes çok mu mutlu? İstediği her şeyi parayla alanlar ve ya alacağını zannedenler de mi çok mu mutlu? Hayatımız o kadar değerlidir ki insan yapımı kağıt ve demir paralara kattığımız anlam bunun yanında çok da değersiz kalmıyor mu? Somut bir şeyle soyutluğa ulaşamazsınız; parayla amacı edinemezsiniz.
Aslında para değildir buradaki asıl amaç. Mutluluktur. Fakat ancak parayla mutlu olunabileceği sanısı var ki bunu da toplumdan bir bireye çok görmemek lazım. Herkesin öyle gördüğü ve düşündüğü bir toplumda paranın amaç olması çok da hor görülecek bir şey değildir elbette. Parayla mutluluk satın alabilirler ama mutluluğu parayla satın alamazlar. Maddiyatı amaç edinenler hayatın mutlaka bir yerinde takılıp düştükleri zaman çok zorluk çekerler. Başka bir yerlerde ararlar maddiyatı ve sıkıntılıdır bu süreç. Oysa mutluluğu hedef alıp maddiyatı bu yolda kazanmaya çalışırsak en zor anlarımızda bile mutlu olmamız işten bile değildir. Maddiyatın bir toplum içinde önemli bir yerde olduğunu kabul edilmeli fakat bunun amaç olmasını kesinlikle yadırganılmalıdır.
Bunun dışında bu dünyadaki asıl amacı öldükten sonraki hayat için çalışmak olduğuna inanıp bu yolda baş gösterenler var elbette. Bu şekilde mutlu olduklarında onlara söylenecek hiçbir söz yoktur. Fakat öldükten sonraki bir yaşam için bu dünyayı hiçe saymaları ne onların dininde yer alır ne de bu dünyaya uygun bir davranıştır. Herkesin ölümden sonraki yaşam için bir ibadethaneye kapanıp ömürlerini sadece ibadet ederek geçirdiğini varsayarsak insan ırkının ihtiyaçlarını karşılayacak yoktan bir kuvvete ihtiyaç vardır ki görüldüğü üzere bu imkansız. Beslenme, barınma, üreme ve birçok ihtiyacımızı karşılayacak birileri olmayacağı için de insan ırkının sonu bu şekilde gelir.  Yani bu dünyaya kendimizi tamamen ibadet etmeye vermek için de gelmediğimiz sonucunu kolayca çıkarabiliriz. Mutlaka hayatın içinde bir rolümüz olmalıdır.
Şimdi de herkesin kendi istekleri doğrultusunda bir hayat sürdüğünü düşünelim. Herkes geziyor, istediğini istediğinden alıyor, istediği yerde kalıyor. Peki düzen olmadan ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayacağız? Bizi eğiten öğretmenler, iyileştiren doktorlar, koruyan güvenlikler, hakkımızı savunan yasalar ve birçok mesleğin yapılmadığı bir yerde yaşamak kulağa çok mantıklı gelmiyor gibi. Bir "toplum" şeklinde yaşamadan düzensizce yapılan işler insan ırkının ömür süresini çok kısaltacağı gibi bu süreyi de başta çok güzel gibi görünüyor olsa da aslında hiç mutlu olamayacağımız bir düzen içerisinde yaşamamız gerekebilir. O halde nasıl bir yaşam süreceğiz? Bu dünyadaki amacımız nedir?
O halde kendi isteğimize göre sürebileceğimiz, her istediğimize sahip olabileceğimiz, her şeyin merkezinde ve ya çok dışında olabileceğimiz bir hayat süremeyeceğimizi kolayca kavradığımızda, hem toplumdan bir rol kapıp hem de hayata dair nasıl bir amaç edinebileceğimizi düşünebiliriz. Bizim herhangi bir şekilde para kazanmamız gerektiği, asıl amacımızın bu olması gerektiğini göstermez. Hem işimizi yapıp hem de kendimize bambaşka bir hedef, hayal koyabiliriz ki bu da gerçekleşene kadar hayatımızın amacını oluşturabilir. Somut olan hedeflerimiz genelde geçici olanlardır. Bir araba hayal ederiz sonra daha yenisini, bir ev isteriz sonra daha büyüğünü... O halde hayatımızın amacı öyle daha çok soyut bir şey olmalıdır ki ne eskisin, ne sahiplenilsin, ne de nesnel bir şey olarak sizin özelinizden çıkabilsin.

Bir şekilde buradayız ve bir şekilde de gideceğiz bu gemiden; mühim olan geminin dengesini bozmayacak türümüze özgü bir yolculuk. İnsan ırkının en özünde mutluluk ihtiyacı vardır. Hayatı boyunca da bunu bir yerlerde arar durur. Hayatın amacı ne para, ne saygınlık, ne ünlü olmak ne de iktidarlıktır. Aradığınız cevap; MUTLULUK. Dediğim gibi; ne kadar insan varsa o kadar cevabı vardır hayatın amacının.Ama verdiğiniz cevaplar hep mutlu olacağınızı düşündüğünüz yerlerde. O halde mutluluğu somutlaştırmaya çalışmak yerine soyut yerlerde arayın. Hayatınızın amacı mutluluksa, kendinize göre mutlu bir hayat süreceğiniz amaç edinin. Cevabı kimse size söylemeyecek; çünkü cevap sizsiniz.
Read more
23 Temmuz 2014 Çarşamba
Hangi Üniversite ?

 Hepimizin bildiği üzere üniversite sonuçları açıklandı. Şaka yapıyorum tabi ki ülkemizde yaşayan binlerce insan bunu bilmiyor bile. Neden bilsinler ki onları ilgilendirmediği sürece. Fakat iş üniversite sonuçlarını dört gözle bekleyen öğrencilere gelince değişiyor tabi. Tanıdığının çocuğu, onun kızı, bunun oğluna gelince "Sizin çocuk naptı, nereyi kazandı?" diye sormadan da geçmiyorlar. Birden dikkat kesiliyorlar sanki sordukları soru onlara bir şey katacakmış gibi. Sanki çok da umurlarındaymış gibi... Öğrencimiz toplum kriterleri ve ya soran kişinin seviyesine göre iyi bir yeri kazanmışsa ne ala. Böbürlenerek cevap veriyor ebeveynimiz. durum tam tersi olduğunda ise mutlaka mantıklı bir açıklama getiriyorlar "Kazanamadı." cümlesinin ardından. Bir de bu soruyu öğrenciye soranlar var. Az da olsa istediği bir yeri tutturanlar gülümseyerek cevap verebiliyorken kazanamadığı için muzdarip olan gencimizin içinde fırtınalar kopuyor, içi içini yiyor belki ama ağzından "Seneye inşallah." sözleri çıkıyor çoğunlukla. Evet bay çok meraklı, istediğin sorunun cevabını aldın. Bundan maksimum birkaç saate de unutacaksın o öylesine sorduğun soruyu. Ama o genç için öyle olmuyor maalesef. Senin gibilerle uğraşıyor uzunca bir süre. Kendi içinde savaş açıyor bildiğin. Senin o kalıplaşmış avutma sözlerin onun için hiçbir şey ifade etmiyor daha ne konuşuyorsun. Sen konuştukça kafanı patlatmak isteyen bir genç var karşında. Şanslısın ki sitem etmediklerinden biri olmalısın.
   Peki tüm bunları düşününce, çok mu lazımdı o soruyu sormak, o cevabı vermek, o sınavı kazanmak, o sınava girmek, o sınava gençliğini vererek çalışmak, o okula gitmek. Amacı nedir tüm bunların? Okul... Okul eğitim yeridir ve orada hayata dair bilgiler öğrenmek için gideriz. Kendimizi yetiştirmek, merak ettiklerimizi dindirmek, kendimizi tanımak, evreni keşfetmek ve öğrenebildiğimiz kadar öğrenmek... Peki buna neden etik ve sosyal değerler yükleyip hangi okulda okuduğumuz ve ya okuyacağımız konusunda yüzeysel tartışmalar yapar insanlar? Bir okulu daha değerli kılan şey daha kaliteli bilgiler edinilmesidir; daha çok para kazandıracak ve ya daha saygın olunacak bir meslek sahibi olmak değildir ki asıl amaç. Neden buna göre okunulan bölümü, okulu ve ya bulunduğu şehri küçümsüyorlar anlamak hiç güç değil. Bir yerden sonra bilinçaltına giden tek şeyin 'para' olduğu insanların göz bebeklerinde yeşil bir dolar işareti var sanırım ki her olaya bu yönden bakıyorlar. Yoksa çok da önemli değil onlar için eğitimdir, mutluluktur, sevinçtir, eğlencedir. Çünkü onlara sadece parayla ulaşılabileceğini düşünürler. 
  Bir gencin ilk hayali genellikle çok mutlu olmaktır. Bu yüzden çoğu genç üniversiteye gitmeden istediği bir mesleği yapmayı ve ya çok para kazanabileceği bir bölümde okumayı hedefler. Olaya maddi açıdan bakanlar içlerindeki birçok şeyi ne yazık ki kaybetmişlerdir. Fakat hala umudu olup sadece mutluluk peşinde olup parayı ikinci plana atan gençler ise hayatın acı tecrübelerini edinmek zorunda kalırlar çok zaman. Kimi istediği bölüme gidemez kimi gider ama açlıktan bunu düşünmez olur. Az bir kısmı bu ikisini de gerçekleştirir ama bu sefer başka zorluklar ortaya çıkar. Yani istisnasız herkes bir zorlukla karşı karşıya gelir. mühim olan bu zorlukların derecesidir. Öyle ki sevdiğimiz bir hayatı sürerken ortaya çıkan zorluklara kolayca göğüs gerebilirken zaten mutsuz olduğumuz bir hayatta bir de aksilikler çıkınca iyiden dayanılmaz olur. İşte bu yüzden sadece istediğimiz gibi bir hayatı yaşamaya odaklanmalıyız. Diğer insanların ne dediğini dinlerken de bu imkansız olabilir.
  Kendi hayatınızın kahramanı ancak siz olabilirsiniz, bu da ancak kendinizi dinlerken olabilir. Konuşurlar, sorarlar, azarlarlar, baskı yaparlar ama üzemezler, kıramazlar, sinirlendiremezler, yenemezler; tabi kendi kontrolünüzü elinize alıp bunları sadece sizin yapabileceğini öğrendiğinizde... 
Read more